417

Sana şairlerden şarkılar söylüyordum, şairlerin sözleriyle döğüşüyordum, döğüştüğüm için öğünüyordum. Tepeme yıkılmayacak tavan, tavanın kolonlarıyla inatlaşıyorum ve hatta kazanıyorum. Sana yazıyorum, buradayım. Tabelalar okuyorum, katları sayıyorum, kaldırımların yükseklerinden aşağıya kadar düşüyorum. Fakat işte buradayım, söylüyorum; seni bekliyorum. Seni, senin içinden geçenleri, seninle beraber bana gelenleri, peşine taktığın gökleri, yıldızsız geceleri.

416

Yitirdiklerini unutmamalısın. İçinde doğan delilik denen şeyi, sen yere düştüğünde ellerine uzanan elleri, bir yudum suda bulduğun gerçeği; Sade nefes almakla becerdiklerini aklından çıkarmamalısın. Talihin hep böyle değil miydi? Üzerine düşen gölgelere karşı rüzgarlar acımasızca esmedi mi, kökünden çekilip devrilmedi mi ağaçların? Hepsi senin içindi, senin içindi o yeşil yapraklarım. Rüzgara karşı koyamadım, yarın belki ayakların altında olacağım. Sonsuza dek sürecek bu meziyet, kısır döngüyü bizden sonra başkaları yönetecek, yıkıldığın yerde bir gonca gül bitecek. Unutma, her şey gözlerinin önünde eksilecek, yitirilecek. Nefesinden de nefesler geçecek, tadını bilmediklerin sonsuzluk denen çöplükte binbir parça haline gelecek. Gelecek, ellerinden gelecek. Yitirdiklerini yaşatmalısın. Son şansımsın.

415

Bütün binaların sessizliği susuyor söyleyeceklerimi. Bir de ahşap olanlar, ahşapların arasından birkaç çıtırtı, fısıldıyorlar. Fakat güneş konuşuyor, fakat bulutlar, fakat yağmurlar. Hepsi birden söylüyorlar. Bütün mavi giyenler, bütün çiçeklerin kokuları, bütün otomobil sesleri, plakaların t ve g harfleri. Alfabenin dört hanesini gizliyorlar. Yıldızların varlığı kadar ışıkları, ışıkların uzaklığı, faydasızlığı. Duyuyor musun sokak lambalarını, parklarda yürüyüş yollarını? Hep bir ağızdan susuyorlar seni sevdiğim mısraları.

414

Hiçbir baharın ortası böyle hoş etmedi içimi. Hiçbir müjdenin heyecanı, hiçbir yağmurun damlası. Ellerine değen ellerimin saadeti, bu dünyanın en güzel şeyi. Mesela Çamlıca tepesi, mesela Çamlıca’nın aşağısında küçük bir park hilesi. Şimdi bir de Çamlıca kulesi var, rengarenk ama uzaklığı köreltiyor yüreğimi. Gözlerinin içini biliyorum, yüreğinin en küçük parçalarını, sımsıcak, yumuşacık tenini. Hiçbir rüzgar böyle sıcacık sarmadı beni. Hiçbir haber, hiçbir ziyaret, hiçbir davet, hiçbir heves kendine böylesine çekmedi.

413

24 sene bana kâfi gelmiyor, 25 kabul etmiyorum.
Hiçbir zaman bu kadar çaresiz gelmedi zaman. Hiçbir rüya, hiçbir hayal, hiçbir mucize bu kadar ikna edici olmadı. Sokaklar ve uzaklar, toprak kadar bulutlar ve bir de mis kokulu papatyalar.  Ellerine değen mucize eşyalar. Hiçbiri bu denli sarmadı yüreğimi. 24bin senedir biliyor gibiyim ellerimin saçların arasında dalga edişini. Fakat hep ilk günkü gibi dudaklarının dudaklarıma değmesi. Bir sır öğrenir gibi dehşetle dinliyorum sesini. Ellerinin içi yaz yağmuru değilse ancak kış güneşi. Yağan karı seyrederken düştüğüm huzurun boşluğu değil mi iri, siyah gözlerinin içi?

412

Ben, beni duy istiyorum. Sabah olduğundan değil, güneş doğduğundan. Rüzgar estiğinden değil, yaprakları titreyen dallarından. Beni duy, gözlerin açıldığından olmaz, ruhun uyandığından. Bir hasret ki geceden koyu, günden aydın. Öylesine bir sevgi, göğü dolduran, göğü kaplayan, ellerine dokunan. Beni duy, sana doğru akıyor zaman, sen de durur. Rengarenk çiçekler elbet göğe kavuşur, renklerini ancak seninle doldurur. Toprağın altında bir can kendini nasıl bulur, yirmibeş senede meyvesi zeytin olur, kendini doğurur. Beni görme, bana dokunma, beni duy. Nasılsa sesim kaybolur, geldiği yeri unutur, seni bulur.

411

Bütün yağmurların altında ben varım, ıskalanan bütün hedeflerde merminin esas sahibiyim, çelikten dövülmedim, kumaştan ilmek ilmek örüldü yüreğim. Ben topraktan eski değilim, bugünkü güneş kadar taze ve yeniyim. Ben henüz öğrendim, artık bilgeyim. İşte bütün çelişkilerim, bütün şikayet ve dileklerim, bütün karanlıktaki körlüklerimin sebebi ihanetin sıcak koynunda hissettiklerim. Bir tek kelepçe takmadı ellerim, zincire de vurulmadım fakat bilirsiniz nihayetsizim. Kokmayan güllerinki kadar talihim. En fazla üç yaşında çocukların; kapının çalmasını bekleyen çaresiz göz bebekleri, tazecik elleri ve elbette öğrendikleri birkaç manasız kelimelerden ibaretim, benim, kendi kendimeyim.

409

Sen beni yine de hatırla. Kötü bir anı bile olsa, teninde bir acı yankı ediyorsa da hiç durma. Yeni bir şarkıyı anlamaya çalışırcasına kulak ver, unutmak nedir bilme ilk defa karşı karşıya oturduğumuz bankların hatrına. Toprağın altını bilmem ama göğe bakınca, uyurken saçlarını toplayınca, eski bir dostu yad eder gibi olmaz ancak için içine sığmaz olunca. Nasıl sabah oluyorsa, nasıl kuşlar pencerende seni arıyorsa, nasıl ki gökte yıldız bulunmuyorsa iri, siyah gözlerin karanlığı yorunca; Bir kere de dolunayın ışığında bak bana, beni hatırla. Ben bu memleketin en aciz, en haylaz, en cesur, en hakiki sırrına sahibim. Yalnız değilim, sensizim. Sensizliğim aklına gelmeyişim, bir kez olsun adımı söylemeyişin, uyurken duymadığım nefes alışverişin. Sen beni yine de hatırla. Nasılsa yitiyor ellerimizin arasından varlığımızı duyduğumuz, en uzak yerlere savrulduğumuz dünya. Sensiz yazıyor ellerim, sensiz çarpıyor kalbim boşu boşuna.

408

İri, siyah gözlerinde ben hep kendimi aradım. İri ve simsiyah bahtım, birazcık talihim ellerini tutunca duyduklarım. Yani ayakların üzerinde taşıdığın bacakların, kolların ve yine simsiyah saçların. O saçlar ki kendimi alamadığım. Kendimi ararken ne çok şeye en çok kendimde rastladım. Koca bir yüreği sevgiyle doldurup taşırdım, ellerimin büyüklüğünü teninde anladım, gözlerim gözlerini hep bulurdu ama bir an olsun kendi irademle onları bırakmadım. Bahtsızım. Bir de güzel olan her yerde duyduklarım: Sesin, kokun, unutamadığım adın. Köklü, yaşlı ve dalları göğü kaplayan bir ağaca bakarken nasılsa öyle işte umduklarım. Hiçbir zaman tesadüf etmedim, her şeyin farkındayım. İşte şimdi nasıl soğuyorsa gece, nasıl karanlık oluyorsa etrafım, bir de hiç değişmiyorsa göğe bakınca aradıklarım yıldızsız gecelerin sebebini hep anlarım. İri, siyah gözlerinde hep kendimi aradım. Saçların dalga dalga savrulduklarım, ellerin sıcacık, ayakların yoluma ışık olanlarım.

Ben İçeri Düştüğümden Beri – Nâzım Hikmet

Ben içeri düştüğümden beri
                               güneşin etrafında on kere döndü dünya. 
Ona sorarsanız :
                      "Lâfı bile edilmez,
                                 mikroskobik bir zaman."
Bana sorarsanız :
                      "On senesi ömrümün."

Bir kurşun kalemim vardı
                               ben içeri düştüğüm sene.
Bir haftada yaza yaza tükeniverdi. 
Ona sorarsanız :
                       "Bütün bir hayat."
Bana sorarsanız :
                       "Adam sen de, bir iki hafta."

Katillikten yatan Osman,
                         ben içeri düştüğümden beri,
                                   yedi buçuğu doldurup çıktı,
                                   dolaştı dışarlarda bir vakit,
                                   sonra kaçakçılıktan tekrar düştü içeri,
                                   altı ayı doldurup çıktı tekrar,
                                   dün mektup geldi, evlenmiş,
                                   bir çocuğu doğacakmış baharda.

Şimdi on yaşına bastı,
                     ben içeri düştüğüm sene,
                            ana rahmine düşen çocuklar. 
Ve o yılın titrek, ince, uzun bacaklı tayları,
                    rahat, geniş sağrılı birer kısrak oldular çoktan.
Fakat zeytin fidanları hâlâ fidan,
                                   hâlâ çocuktur. 

Yeni meydanlar açılmış uzaktaki şehrimde
                                              ben içeri düştüğümden beri.
Ve bizim hane halkı 
                  bilmediğim bir sokakta
                                          görmediğim bir evde oturuyor. 

Pamuk gibiydi, bembeyazdı ekmek 
                                 ben içeri düştüğümden sene.
Sonra vesikaya bindi,
bizim burda, içerde, birbirini vurdu millet
                         yumruk kadar, simsiyah bir tayın için. 
Şimdi serbestledi yine,
fakat esmer ve tatsız. 

Ben içeri düştüğüm sene,
                  İKİNCİSİ başlamamıştı henüz.
Daşav kampında fırınlar yakılmamış,
atom bombası atılmamıştı Hiroşima'ya.

Boğazlanan bir çocuğun kanı gibi aktı zaman. 
Sonra kapandı resmen o fasıl,
şimdi ÜÇÜNCÜDEN bahsediyor Amerikan doları. 

Fakat gün ışıdı her şeye rağmen
                        ben içeri düştüğümden beri.
Ve "Karanlığın kenarından 
               ONLAR ağır ellerini kaldırımlara basıp 
                                                     doğruldular" yarı yarıya.

Ben içeri düştüğümden beri 
                           güneşin etrafında on kere döndü dünya. 
Ve aynı ihtirasla tekrar ediyorum yine,
                                ben içeri düştüğüm sene
                                      ONLAR için yazdığımı :
"Onlar ki toprakta karınca
                                      suda balık 
                                                  havada kuş kadar
                                                                          çokturlar,
korkak, cesur,
                       cahil, hakîm
                                           ve çocukturlar,
ve kahreden
                    yaratan ki onlardır,
şarkılarımda yalnız onların mâceraları vardır."
                               Ve gayrısı
                                      meselâ benim on sene yatmam,
                                                                     lâfü güzaf.
                                                                                   
                                                                                      1947
                                                                       Nâzım Hikmet

407

Bir mucize yürüyor sokaklarda. Geceleri seviyor, çiçekleri büyütür gibi hevesle gülüyor. Fakat görüyor gözleri karanlıkta, elleri birbirini tutunca bir rüzgar esiyor, sesini duyan kuşlar üzerinden uçuyor. Yapraklar dökülmüyor artık sonbaharda, sonu olmayan baharı taşıyor saçlarında. Birdenbire oluyor, hiç gitmemiş ama yeniden, yeniden geliyor aklıma. Bir mucize gerçek oluyor, yıldızsız geceler sebebini buluyor. Şimdiyse sebepsiz sanıyor kendini, tanımıyor içimdeki hasretin şiddetini. Fakat işte her şeye rağmen yürüyor sokaklarda, toprağın saadeti çıldırtıyor olmalı başını koyduğu yastığın yumuşacık tenini.

406

Ve hemen ölebilirim. Bir rüyanın sihrinde yok olup gidebilirim, bir hayalin içinde kaybolabilirim kendimce. Hem de hemen, çorbamdan bir yudum bile almadan, dumanı tüten sigaram bitmeden uçup gidebilirim. Beni uçuran kanatlarım değil elbette kollarım. Hemencecik bütün göğü kucaklarım, hiçbir zaman hayatı böyle hevesle ellerimde tutmadım. Şimdi dümdüz uzanan bacaklarım olmasa da ayakta kalabilirim. Şimdi gören gözlerim, yazan ellerim ve duyan kulaklarım. Hepsinden ayrı, hepsi bir yana bir de aklımda duran unutamadıklarım, hatıralarım. Ve hemen ölebilirim çünkü çaresizdir anılarım.

405

Yaşamak istiyor insan seninle. Hem de duraksız, ölürcesiye. Hem de hudutsuz, hem de göğe dalar gibi sınırsız. Umudun özüne değmiş gibi yaşamak istiyor, inatsız. Sonunu düşünmeden, sonunu görmeden inanıyor. Fakat niçin unutmuyorum köprüden atlayan insanın yere varmadan öleceğini. Niçin unutmuyorum damarların dikine kesilmesi gerektiğini. İnsan sana dokununca anlıyor bıçağın keskinliğini, yakan ateşin içini buz gibi etmesini. Asla inanmıyor yarına, yarından habersiz kalmak istiyor yanında. Kızmıyor artık önünde yavaş yürüyen insana, bağırarak konuşana hatta güneşin sıcağına. İnsan unutuyor bütün yitirdiklerini senin sesini duyunca. Senden kendi ismini duyunca. Teninin ferahlığı ve tazeliği istiyor nefes alıp vermemi. Saçlarının kokusu, ellerinin izleri. Fakat işte ruhumun çaresizliği. Her şeye rağmen yaşamak istiyor insan seninle. Suların sesi, dolunayın görkemi ve karanlığın hissizliği. Hepsi ayrı ayrı çağırıyor beni.

404

Neredesin şimdi
Sokakta mısın
Yatakta mısın
Kuru mu yoksa ıslak mı saçların
Kızılından yitirdi mi dudakların
Omuzların düşük mü
Yorgun musun
Ellerin,
Sarıldın mı yastığına
yoksa
Yatakta dağınık mısın
İlk kez geçtiğin yolda mısın
Denizin karşısında
Gecenin karanlığında mısın
Unuttukların var
belki şimdi
belki yarın
belki rüyana girer ama hatırlarsın.
Huzursuz mu
yoksa
Sakin misin
Denizler kadar derin bakardın
Şimdi ufukta doğan güne sebep misin
Tam da şimdi, neredesin
Yıldızlara mı bakarsın
Saatleri mi sayarsın
yoksa
Kayıp mısın
Düşte, rüyada mısın
Aklımdasın.

403

Seninle kendimi, yağmur taşıyan bulutların içinde hissediyorum. Doğacak güneşin ışığı içinde, toprakta filizlenen narin çiçeğin daha şimdiden gölgesinde. İlk kez yüksekten aşağı bakar gibi telaş içindeyim seninle. Koşarken rüzgarın sesini kulaklarımda duyar gibi kuvvet buluyorum sebepsizce. Teninin rengini arıyorum çiçeklerde, gökte, suların içinde. Şehrin ışıkları yanıyor amma gözlerim hep yıldızların ışıltısı içinde. Uzakları özlüyorum seni görünce. Şimdi sular akarken nehirlerin içine, şimdi duyarken sesini suların sesinde, bir de görüyorum huzuru yosun tutmuş kayaların yeşilinde. Yeşil nasıl da yakışıyor tenine.

402

Bütün faydasını yitirdi kelimeler, bütün çaresini kaybetti karşında. Gözlerin dalarken uzaklara yağmur döküyordu mor bulutlar toprağa, toprakta bir baş verdi göğe uzandı bir papatya. Sokaklarda, otobüs durakları ve bütün otoyollarda duyulan teker sesleri gördü çaresizliği. Yolların götürmediği bir yerden bakıyorsun sanki bana. Saatler geçti, bir zeytin ağacı verdi toprak -ve güneş- tazecik zeytinleri büyüttüler hatta düştüler kollarının gölgesi altına. Dağlar beyaza büründü ardından, yeniden güneş uzattı ellerini, eritti ve su etti hepsini. Sonra bir gece yarısı yorulan karanlığı tuttum ellerimde, dolunay dikilmişti gökte fakat yıldızlar ne kadar bencil parladılar. Sonra ellerimde tuttuğum bütün sırlar dağıldılar, bembeyaz, çırılçıplak kaldılar. İşte şimdi, şimdi avuçlarının içi o en uzak yıldızdan daha da uzaktalar. Burada bütün kuvvetini, keskinliği ve şiddetini yitirdi kelimeler. Bütün cümleler mânâsız kaldı kulaklarına dokunamadıklarından.

401

Tepemizde alev alev yanan dolunay, dolunayın ışığı altında birbirimizden habersiz bakıyoruz. Sahi en az onun kadar yanmıyor muyuz? O da tanıyor olmalı bizi, birbirimize kavuşturuyor böylece gözlerimizi. Serin esiyor rüzgar, üşüyor mudur kolların? Peki ya ellerinde tuttukların? Ellerin unuttu mu beni, ben izlerini hâlâ üzerimde taşıyorum. Unutmadım. Tepemizde, birbirinin peşinde bembeyaz bulutlar. Yağmur mu taşıyorlar yoksa yok olmaya mı çalışıyorlar? Birisi düşüyor ateşin önüne, kesmiyor ışığını, sis olup binbir parça dağılıyorlar. Yanıyor üzerimizde alev alev dolunay ve ışığı alıp götürmüyor bizi ve biz bütün çaresizliğimizle göğe bakıyoruz. İşte şimdi, şimdi yağmur gibi çiseleyen hatıralar. En az yıldızlar kadar çok, parlak ve ulaşılmazlar. Göz alabildiğine karanlıklar, geceyi ve bizi sessizliğe boğuyorlar.
Ve gökte, bulutların üstünde ve üzerimde gözlerin:
Sımsıcak, aydınlık ve kocamanlar.
Hiç olmadıkları kadar uzaktalar.

400

Gökte yıldıza sor, denizde kuma, unutma yağmura sor. Hiç inanmasan bile ilk şarkılara sor. Soluk soluğa amma hafif sesle, merhamet ederek sor. Beni umuda sor, beni hasret ve ihanete sor. Sır gibi saklanıyorum, beni karanlığa sor. Dudaklarına asla, gözlerinin içine sor. Akşam güneşine sorma, gün ışığına sor. Sokak lambaları yalan söyler, ayın karanlık yüzüne sor. Apaçık görünürken her şey, sokaklar kalabalığı yitirmiş, ağaçlar yapraklarını dökmüşken toprağa dokun, tenine sor. Papatyalardan çok sana yakışıyorsa beyaz, rüyalarında beni bilmediğin kimselere sor. Gözündeki merceğe, bileklerine takılan ipliğe yahut zincire, boynunda kolyene, ayakların altında ezilenlere sor.

399



Şimdi odamın kalın, ardı görünmez perdesini açtım. Sımsıcak aydınlık. Henüz yağmur yağmış, asfaltın kenarında küçücük bir alanda kalan toprak nasıl da rengini bulmuş. Bir hayalin gerçeğe varması gibi gökyüzü, bulutlar parçalanmış ama birbirinden sanki senelerdir hiç kopmamış; Öylesine yoğun ve beyazlık. Tam yüz sene geçmiş üzerinden işgalin, yüz senedir dinmiyor gibi kalabalık acımız. Sonra da koşarak geçti yıllar, sonra bir çocuk, dalgalı-dağınık saçları ve uykulu gözleriyle pencerenin karşısında amma havada değil burnumun ucunda. Hasreti, perdeyi açan kollarımda, gözlerim ve dudaklarımda. Rengarenk değil, bir tek tamamen aydınlık ve karanlıkta. Şimdi, hasta yatağında biçare yazan ellerim, aklımın sonu bulmaz boşluğunda bütün hislerim ancak yüz sekiz hızında çarpan kalbim işgal altında. Kalbim, dağıtılmış ordusu, itaat eden milleti ve bozuk terazisiyle değil; Kalbim, en kuvvetli haliyle yağmura olan teslimiyetle huzurun esirliği altında. Pencereyi açınca mümkün değil kavuşmak. Masmavi göğe tereddütsüz bakmak, ay ışığının altında yürüyor olmak ve bir de aynı satırları okumak. Aynı satırları okuyor olmak, bir nebze olsun kavuşmak. El ele tutuşmak ne mümkün, göz göze gelmek ve kucak açmak.

398

Beni unutmayın. Size, uçsuz bucaksız bir deniz yaratıp bırakmadım. Bir manzaranın resmini, güneşin doğarken ki mucizesini binbir renkle yapmadım ama unutmayın. Çok güzel yemekler yapamadım, biliyorsunuz çok uğraştım. Bir zeytin ağacı dikip sulamadım, portakallar büyütüp önünüze koymadım. Fakat hiçbir zaman yitirmedim samimiyetimi ve hep içimden gelenlere inandım. Rüzgara karşı yürüdüğüm de oldu, bilmediğim yolları öğrenirken ne kadar şaşkındım. Bir de sevdalandım beşyüz birime yakın. Artık aşıktım, iki kolumdan birini, iki gözümden, kulaklarım ve ayaklarıma kadar paylaştım. Yüreğimde depremler oldu, enkazıyla da yaşadım. Nabzım o kadar yavaşlardı eşyalar konuşsa duyardım, demir dövüyordu kalbim ateşler içinde sabahlara kadar dayandım. Beni unutmayın. Kendimi, bir ormanı avucumun içi gibi bilecek şiddetle hiç kimseye anlatmadım. Sakladım bütün felaketlerini aklımı kaçıracak kadar öfke duyduklarımın. Fakat inandım, inandım gözleri gülen güzele. Teni, elleri, saçlarından beline akan nihayeti bilen güzele. Siyahın, sarının, sesiyle umutların, dokunduğu rüzgarın, baktığı göğün ve içtiği suyun sahibine. Aklının aydınlığındayım yani toprağa uzandım, yani toprağı kazıyor ellerim, yıldızları sayarım. Hasretle yazıyorum, hasrete müptelayım. Ben unutamam, siz de unutmayın. Beni hatırlayın.

397

Eğer bir kuş uçuyorsa sebebi var. Bir de etrafımızı ağ gibi saran, sonu bulunmayan dağlar. En az on senelik bir apartmanın ikinci katında, saatin iki yönünde, yatağında demiri döver gibi atan bir yürek var. Yüreğimde hasret denen sancı en hakiki hâliyle çarpar. Yalnız yağmur yağdığı için mi ışıl ışıl şimşekler gökten yere akar? Bir de bu cefakar rüzgar. Sebepsiz dökülüyor sanıyorsun bu sıcacık damlalar. Aklımın içinde bir yerlerde örülen duvar, duvarların arasında büyüttüğüm çiçekler için etrafa saçılıyorlar. Eğer aklının aydınlığına inanıyorsam elbette bir sebebi var. Sabahı eden zamanın mutlak inancı, yağmurun yağışını gülen yüzüyle karşılayan toprak, göğü kucaklayan dallarıyla ağaçlar; Hepsi birden hareketsiz, dosdoğru, tereddütsüz ve kuşkusuz benimle beraber seni düşünüyorlar. Bir sebebi var, olmalı, olacak biliyorlar.

396

Bugünlerde hiç durmadan seni düşünüyorum. Boş bir zamanı doldurur gibi değil, seni zamana sığdırmaya çalışıyorum. Yürürken bir anda yavaşlıyorum, gözlerimi bir an kapatıp açmakta zorlanıyorum, susuzluğumu dindiremiyorum. Nasıl oluyorda kapıdan çıkar çıkmaz kendimi yapayalnız buluyorum. Niçin hayallerimi evden çıkarıp kolumda seni dolaştıramıyorum. Gözlerinde gördüklerimi göğün yüzünde bulamıyorum. Çiçekleri koklamaya heves ediyor, umduğumu bulamıyorum. Biliyor musun öğreniyorum. Çatalı zeytine batırıyorum, sokaktan geçenlerin izleyip nereden gelip nereye gittiklerini anlıyorum. Anlamıyorum. Sokakta bir ağacın dallarında, zeytin ağaçlarının kıymeti ve canlılığıyla seni bir arada buluyorum. Bugünlerde hiç durmadan seni buluyorum. Hiç kaybetmemiş gibi seninle yürüyen bedenimi, sesini duyan kulaklarım ve gözlerine bakan gözlerimi.